“Dört
yaşlarındayken ben dermişim anneme: Anne ilerde üç çocuğum olursa ne yapacağız?
Annem:
Bakarız kızım.
Ben:
Ee dört çocuğum olursa napcaz?
Annem:
Onlara da bakarız kızım.
Ben:
Ee anne, yedi çocuğum olursa,
Annem
(gülerek): “Onlara da bakarız kızım..”
Daha
o yaşlarda biliyormuşum sanki, zor olduğunu çok çocuğa bakmanın...
Gerek
ekonomik, gerek sosyal birçok sebebi var, çocuğunu vermenin. Bakamıyorsun
herhalde kendi bebeğine, ve vazgeçiyorsun, hasta bu çocuk, benden uzakta da
kalsa bari yaşasın diye… Beni sokakta kalan veya devlet korumasında, sevgi
yuvalarında gördüğüm çocuklardan ayıran farkım; evlat edindirmek isteyen
aileden evlat edinmek isteyen aileye resmi bir şekilde kayıtlara geçirilerek
geçiş yapmam. Tabi çok küçüktüm, hatırlamıyorum o anları. Ama o dönemde, bundan yaklaşık 24 yıl evvel
beni mahkemede gören avukat amcanın bugün anlattıklarına göre, kara iri gözleri
olan, etrafına masumca bakan, nerede olduğunu dahi idrak edemeyen bir kız
çocuğuymuşum… Ve beni o dönemde evlat edinen annemin anlattıklarına göre ise,
sümüklü, saçı başı dağınık, kirli, elbisesi yırtık bir şekildeymişim ilk
onların beni gördüğünde. Ve sonrası, masal gibi bir hikaye…
**
Ben
biyolojik babamı hiç tanımadım. Tanımak da istermiydim bilmiyorum. Bildiğim;
onun bir kazada öldüğü ve geride dört çocuklu bir hamile eş kaldığı. Benimse bu
beş çocuktan dördüncüsü olarak, şimdi yaşadığım aileme evlat edindirildiğim.
Biyolojik annem ekonomik anlamda bakamadığı, çok fazla hastalandığım ve geçirdiğimiz kazadan sonra korkudan olsa
gerek sürekli çığlıklar attığım gerekçesiyle beni evlat edindirmek istemiş.
Yaşadığımız yere yakın bir köyden bir ilan duyarak gitmiş ailem, ve beni alıp
getirmiş. Daha dönüş yolunda annemin kucağında uyuyup gelmişim. Bundan
sonrasını hatırlıyorum artıkJ
Çok mutlu bir çocukluk geçirdim.
Ne
kadar tuhaf aslında, insan kendi kanından olan insanlardan sadece “biyolojik”
oldukları için haberdar oluyor bir gün ve hayatı da hiç de alt üst olmuyor.
Sadece biraz tökezliyor, ama emek ve sevgi son sözü söylüyor. Tıpkı Cengiz Aytmatov’un o muhteşem eseri
“Selvi Boylum, Al Yazmalım”’da olduğu gibi… Ya da İnek Şaban’dan hiç
beklenmeyecek denli duygusal bir film olan “Garip” filminin sonundaki gibi..
Beni
veren aileyi, biyolojik anne ve kardeşleri çocukluğumdan beri tanıyorum. Ama
onları sadece uzaktan bir akraba olarak tanıttılar bana. Evimize gelip
gittiler, biz onlara gittik. Ben 21 yaşıma dek etrafımda neler olup bittiğini
tam da anlayabilmiş değildim. Şaka gibi, gülebilirsiniz ama öyle oldu. Sorular beliriyordu
kafamda üstelik ara ara, anne ve babamın yaşı büyük, yüzüm gözüm biraz şu bizim
eve gidip gelen insanlara benziyor, e bana da biraz değişik davranıyorlar falan
filan… Ama hayatta ulaşmak istediğim hayallerle öylesine çok meşguldüm ki, daha
fazla derinine inmedim hayatımın en azından iyi bir üniversiteyi kazanıp
hayallerimi gerçekleştirene değin…Ailemdi yanımda gördüğüm kendimi bildim
bileli, ve onlar beni, ben onları çok seviyordum ya onları, nasıl olduysam
oldumdu.
Zor
zamanlar geçse de bazen, aslında toplamda bütün öğrencilik yıllarım çok dolu
dolu özgür bir birey olma çabasıyla geçti. Ailemden iyi bir terbiye aldığım
konuşulurdu her veli toplantısında. Ve bütün öğretmenlerimin büyük umut
bağladığı, yaramaz ve tembel çocuklara örnek gösterdiği, edebiyat öğretmenimin
“can kızı”, matematikçimizin “akıllı kızıydım.” Bana bağlanan umutları boş
çıkarmamak için var gücümle çalıştığımı biliyorum küçücük kasabada, tiyatro,
voleybol, bisiklet derken… aslında hayatımın tümünü çalışmaya adadığımı biliyorum.
Ve 17 yaşına geldiğimde, iyi bir Türkiye derecesiyle ODTÜ’yü kazandım. Dersanemizin
ısrarıyla benim başarı fotoğrafım asıldı ilimizin ilçemizin yollarına
okullarına. Bir ilkti bu sanki, herkes kutluyordu beni ve ailemi. Ama ben hala
her şeyden habersizdim, melek gibi uçuyordum sadece hayallerim oluyordu bir
bir. İsteyince başaramayacağım şeyin olmadığını görüyordum. Arkadaşlarımdan
bazıları kıskançlık etse de aldırış etmedim. Ve ODTÜ’de yaşamaya başladım tek
başıma, o yurttan o yurda geçti 7 senem (yüksek lisans ile birlikte) o cânım
kampüste. ODTÜ’yü, doğayı, bisikleti ve insanları çok sevdim. Sosyal projelere
koşturdum elimden geldiğince, ve hatta çok sevdiğim dayımı ziyarete Paris’e
gittiğimde bile hep daha fazlasını gerçekleştirmek hissi ile doluydum hayatta
insanlık için. Rengi dili, dini ne olursa olsun, çocuklar için çalışmalıyım
dedim. İşte bundandır belki de mülteciler, sığınmacılar, göçmenler bana hep
daha ilgi çekici geldi uluslararası ilişkiler derslerinde.
Her
neyse, 21 yaşlarında üniversitede birinci sınıf bitiminde, o uzaktan akrabalar
diye bildiğim insanlar, ailemi rahatsız
etmeye başlamışlar, benim imzalamam için bir kağıtla eve gelmişler. 4 yıl sonra
gene geleceklerdi, babadan kalan miras hakkımı onlara bırakayım diye. O
sıralarda annem tansiyon babam şeker hastası oluvermişti bir anda. Ben üzülüp
de derslerimden kalmayayım diye ailem benden bu durumu gizlemiş ama evde tuhaf
bir şeyler olduğunun farkındaydım. Beni 21 yaşından sonra, büyüdü paklandı, e
üniversiteyi de kazandı, neden onların insiyatifine vermiyor ailem diye, o
uzaktan akrabalar yani biyolojik ailem olmadık lafı söylemiş yaşlı anne ve
babama. Ve bana tüm “gerçeği” söyleyecekleri gerekçesiyle tehditler
savurmuşlar. Oysaki tam o sırada anlatsaydı annem her şeyi, ben onların böyle
tehditlerine boyun eğmelerine izin vermeseydim keşke.
Ve
bir gün, onların kastettiği o tüm “gerçekleri” öğrendim annemin ağzından tek
tek. Ve neden bunca yıl beklediğini de şu sözlerle dile getirdi anne yüreği.
“Bizi bırakıp gidersin diye korktuk kızım. Ama sen ne istersen yapmakta
özgürsün. İnsan gibi olsalardı, onlarla zaten görüştürüyordum seni, ama onlar
bizim verdiğimiz emekleri hiçe sayıp bize olmadık laflar ettiler.”
Ve
sonrası, çok sevdiğim bisikletime atlayıp düştüm yola, 10 km kadar yol gitmişim
evden, güneşe doğru. Ve dişi bir kaplan edasıyla “benim aileme kimse zarar
veremez” dedim bağırarak. O duygusal ve
sakin kızdan, öyle öfkeli bir ses ilk defa işittim. Yani bütün öfkem “beni
neden vermiş, neden dört çocuğa bakmış da bir beni vermiş” gibi bir şeyden
ötürü değil de, aileme neden kötülük ettiler, bana emek ve sevgi veren bu iki
güzel insana nasıl bunu reva görürler, utanmadan” diye oldu.
Ve
işte onların planının aksine, ben her şeyi öğrendikten sonra daha çok bağlandım
aileme, zaten çok severdim ama o andan itibaren daha da çok saygı duydum. Herkese
anlatmasam da hikayemi, yakın dostlarım ve hocalarım bildi. Herkesin
anlayabilmesi zordu zaten, ve ben de o günden sonra dostlarımı da, ileride
kuracağım ailemi de ona göre seçecektim, beni gerçekten anlamasına. Hocalarımdan
bazıları, her şeye aynı anda koşturuyor ve yetişiyor olmamla dalga geçip, Brezilya
dizisi gibi hayatın dediler, gülüştük J Ve “kendi kaderimi kendim yazacağım
bundan sonra” dediğim an kadar cesurdum. Ben 1,5 yaşlarındayken haberim yokken
değişen kaderime hep şükrederek. Senaryo çok güzel yazılmıştı çünkü. Başrolde
ben vardım, ve çok şanslıydım manevi anlamda özellikle insan olmanın ne
maddiyatla ne de ünvanlarla diplomalarla olamayacağını daha ergenlikte
anlamıştım çünkü. Ve hayatım boyunca bencil ve maddi şeylere değer veren
insanlardan uzaklaştım.
Ve
o günden sonra, Ankara’da kimsesiz çocuklarla vakit geçirmeye çalıştım. Ama
derslerimin ağırlığı ve kendi hayatımdaki olayları görünürde kolayca atlatsam
da duygusal ağırlığnı hala taşımamdan ötürü, biraz ara verdim zaten onları
gördükçe üzüldüğüm çocukların yanına gitmeye. Bu yardımımı biraz erteldim. En
doğru zamanı bekledim. Soğukkanlı olarak onların yanında olabileceğime
inanarak. Ve o gün bugündür.
Ama
bir yandan da bu konuda bilgili insanlara ulaşmaya çalıştım. Okulda çok değer
verdiğim bir hocamın tavsiyesiyle bir psikologla görüştüm. Ama o da dedi ki,
sen zaten kararını vermişsin, ailene sevgin öyle belli ki, sizi üzen insanlar
hiçbir şey başaramaz. Zaten aklı başında reşit de bir bireysin. Ve daha sonra
onun da içinde bulunduğu “Evlat edinmek ve Evlat edinilmek” konulu seminerde
konuşmacı olarak, iki saat içinde hiç nefes almadan konuştum kendi kendime
konuşur gibi o seminerde… Ve şu anda burada bu hikayeyi paylaşmamda destek olan
çok değerli hocamı işte o an tanıdım, ve tıpkı anne babam gibi güzel yürekli aileleri.
Kendi hikayemden yola çıkarak, zorlukları olsa da, anne ve baba olmak isteyen
insanların, bu isteklerine karşılık bulabileceklerini söylemeye çalıştım. Sevgi
bağının kan bağından üstün olduğunu. Toplumuzda hala yadırganabilen bir
durumken evlat edinmek ve edinilmek, bizim gibi güzel örneklerin olmasının bir
umut olabileceğini düşünerek… Çünkü mahallemizde çocuk sahibi olmak isteyen
ailelere de umut olmuş bizim hikayemiz. Bütün duygular karşılıklı aslında,
evlatlar anne baba sevgisine doyuyor, anne ve babalar çocuk özlemini gideriyor.
Şimdi
geriye dönüp baktığımda gururla taşıdığım bir kimliğim oluşmuş bu hayat
hikayesinde. Masallardan daha gerçek. Akademisyen olmayı çok isterdim, bilimsel
kitaplar yazmayı. Üniversite’de aydınlandığım zamanlar gibi, üniversitede
kalmayı hep. Özgürce düşünceler üretmeyi, ve insanlık adına bir iz bırakabilmeyi.
Bunun için yolun yarısındayım. Ama hayat bu başaramazsam da ülkemde bilgi ve
tecrübelerimle faydalı olacağım bir kurumda çalışmayı çok isterdim. Çünkü
gerçekten kaybolmayı istemiyorum yaşam içinde ve bir gün çok iyi işler yapmayı
ümit ediyorum. Bu yolculuğumda hep iyi, doğru, güzel şeyleri yaşayacak ve yaşatacak
olduğuma inancım tam çünkü...
Çocukken
bahçemizde annelerinin bırakıp gittiği avucumuzu bile doldurmayan kedi
yavrularına annelik yapardık ya hani annemle birlikte, işte bu yüzden çok önemlidir
kediler benim için. Annelik duygusunu en önce onlarla öğrendim. Ve onlarla da
aynı olmuş kaderim, beni de bu bahçede annem büyüttü, tıpkı onları da hala hiç
bıkmadan usanmadan büyüttüğü gibi.
Masalımız
burada bitmiyor elbette ama burada yazamayacağım kadar çirkin şeyleri yaşatan,
üzen biyolojik anneme ve çocuklarına ise sadece teşekkürlerimi sunuyorum, beni
verdikleri ve gerçek niyetlerini ortaya koydukları için. Nefret dahi edemiyor
insan. Ama şu bir gerçek ki, sevgi,
iyilik ve emek. Ve benim için aslolan insanlık
ve yürek. Daha onlarca duygu çıkabilir geriye, kızgınlık, kırgınlık, öfke…
Bunların hepsi geçiyor. Kareler doluyor zamanla, ve önemli olmuyor doğum
günleriniz dahi. Benim için en önemlisi, her şeyin çabucak gelip geçtiği bir
hayatta geçmişe takılı kalmadan önümüze bakmak ve umut olabilmektir, bütün
çocuklar benim kadar şanslı olsun diye….
bütün çocuklar bir gün şanslı olacak...
YanıtlaSil